Biz ülkemizi çok sevdik. Biz memleketimize âşık olduk. Zorla ayırmaya çalıştılar bizi. Nafile… Silivri Zindanları memleketin ta kendisiydi. Evet âşıktık memlekete… Lâkin bir de vatanın mecnunları vardı… Onlar nerede mi? Halâ Silivri’deler.
BERK YILDIRIM
BOLD – Silivri’de günler sayımla başlar, duayla biter. Sabah sekiz sularında havalandırma kapıları açılır. Kimi gardiyan gelir, sabah sabah bir avuç mahkeme suratı bırakır koğuşun ortasına, kimi ‘günaydın’ der; o ‘günaydın’ öyle aydınlık gelir ki mahkûma, her yer bir anda güneşe keser. Öyle ya, şeytanlaştırmıştır kerli ferli adamlar güzel insanları. Bunca iyilik rahatsız etmiştir onları, içlerinde biriktirdikleri sonsuz kötülük boğulacak diye korkmuşlardır. Toplumun vicdanı topluca taşlaşmıştır. Meriç’te boğulan bebekler dahi bir ‘acaba?’ şüphesi düşüremez o kanla, nefretle, bağnazlıkla mühürlenmiş vicdanlara. İşte bu akıl ve vicdan tutulmasının, bu akıl ve vicdan yozlaşmasının tam ortasında, küçücük bir ‘günaydın’ın kıymetine paha biçilemez. Öyle kıymetlidir ki bu ‘günaydın’, geceyi koynunda geçirdiğin zambak kokulu bir kadının, sabah gözlerinin içine bakarak ‘günaydın’ demesinden bile daha latiftir. Sayımdan sonra bazı mahpuslar yatağın sıcak kucağına dönerken, bazıları kahvaltı telaşına düşer. Özellikle asker ve polislerden uykuya devam etmek isteyenler çoktur. Ülkelerine en fazla onlar hizmet etmiştir, haliyle en büyük cezayı da onlar almıştır. Lâkin nasıl bir memleket sevdasıysa, bir türlü geçmek bilmez. Teheccüdleri sabah namazıyla, sabah namazlarını seher vakitlerinin kuş cıvıltılarıyla birleştirirler. Memlekete dua eder dururlar. Yorgun uyanırlar haliyle. Hava güzelse, plastik masa ve sandalyeler havalandırmaya çıkarılır. Artık Allah ne verdiyse konulur sofraya. Güzel mi güzel bir çay demlenir, koyu sohbetin üzerinde tavşan kanının dumanı gezinir.
SİLİVRİ’DE HAYAT NASIL AKAR?
Bu genel girizgâhın ardından, Silivri Zindanları’nda hayatın akışını kendi hikâyem üzerinden anlatayım. Asker ve polisler kadar samimi bir kul olamadım hiçbir zaman. Ne teheccüd vardı gecelerimde ne de gözyaşı. Sabah namazını bitirir bitirmez, daha doğrusu sol omzuma selam verir vermez atardım kendimi yatağa. Sabah on gibi uyanır, uyanır uyanmaz duşa girerdim. Hemen peşinden biraz Kur’an okur, duha namazını kılar, havalandırmaya çıkıp günlük zikirlerimi yapardım. Ama öyle uzun sürmezdi arkadaşlarımınki kadar, on-on beş dakikada tamamlardım. Onlar okurdu da okurdu. Genelde yalnızlığıma çekilir, koğuşun çayının demlenmesini beklemez, sallama çay hazırlayıp kendime, kahvaltıya otururdum. Zaman zaman da birkaç yalnız ruh ilişirdi yanıma, onlarla birlikte yerdim. Tabii asıl cümbüş, kalabalık grupların kahvaltısındaydı. Karnımı doyurduktan sonra, biraz haberlere bakar, bakar bakmaz öfkelenir ve ekranın başına geçtiğime bin pişman gerisin geri kalkardım plastik sandalyemden. Arkadaşlarla sohbet edip, öğle ezanını beklerdim. Yirmi kişilik koğuşta kırk kişi kaldığı için uzun abdest kuyrukları olurdu. Namaz cemaatle kılınır, peşinden tesbihata geçilir ve Meriç’te bebekleri boğan karanlık zihniyet uzun uzun Allah’a şikâyet edilirdi. Öğle-ikindi arası kitap okur, spor yapardım. Hafta sonuysa eğer, tabii ki maçları seyrederdim. Tüm gün namaza göre programlanırdı. Koğuş içinde sözleşirken bile, ‘ikindi namazından sonra’ ya da ‘akşamı kılınca’ diye başlanırdı söze. Siyaset de konuşulurdu mutlaka. Biri çıkar mesela, AKP ve MHP’nin Meriç’te bebekleri boğduğunu söylerdi. Bir diğeri devam ederdi: ‘O bebekleri CHP, İyi Parti, HDP, SP, Gelecek, Deva hepsi birlikte boğdu’. Eklerdi de sonra: ‘Ağzından tek bir kez bile FETÖ kelimesi çıkan herkes evet herkes birlikte boğdu o bebekleri’.
İkindi namazını müteakip, eğer mevsim yazsa genelde havalandırmada vakit geçirirdim, kışsa eğer, kapılar kapanmadan son kez dışarı çıkıp birkaç dakikada olsa gökyüzüne bakardım. Yaz aylarında saat sekizde, kışları ise beş buçuk-altı sularında kapılar kapanırdı. İşte o zaman hapislik içinde hapislik başlardı. Akşam namazı, yemek derken kimi oturup dizi izler, kimi yatağına çekilir, kitap okur, mektup yazar, hayal kurardı. Ben, yatağına çekilenler arasında olurdum. Bazen gözlerime tavana sabitler, belki bir belki iki saat öylece bakardım. Eşimi, çocuklarımı düşünürdüm.
REVİR, BERBER, KÜTÜPHANE…
Hastalandığımızda, revire dilekçe yazardık. Genelde birkaç gün içinde cevap verilir ve doktora çıkarılırdık. Bazen bu süre uzar, doktor sırası gelene kadar kendiliğimizden iyileşirdik. Daha ciddi durumlarda, hastaneye sevk edilirdi mahkûmlar. ‘Tabut’ denilen hapishane nakil aracının, sıra sıra dizilmiş kabinlerinden birinin içine oturur, İstanbul’un diğer ucundaki bir hastanenin yolunu tutardık. Hastane koridorlarında, ellerimizde kelepçeler, önümüzde arkamızda silahlı jandarmalarla yürürdük. O da yetmezdi, kelepçeli bileklerimiz bir de yanımızdaki erin bileğine kelepçelenirdi. Sevk kağıtlarımızda ‘FETÖ-Kaçabilir-Kaçırılabilir’ yazardı. Herkesin gözü üzerimizde olurdu, biz öyle usulca yürürken. Kimi korkar, önümüzden çekilir, kimi üzerimizde nefret dolu bakışlar gezdirir, kimi ise halimizi anlar ve ağlamaklı bakardı. Ameliyat olmak zorunda kalan arkadaşlara çok çektirdiler. Hastanelerin pisliğe gömülü mahkûm nezarethanelerinde yataklara kelepçelediler. ‘Öz vatanınızda paryasınız’ dediler. Dayandı arkadaşlar; vatan, yüreklerinde bir avuç sevdaydı.
Salgın öncesi berbere çıkardık yine dilekçe marifetiyle. Daha sonra hastalık tedbirleri çerçevesinde berberhane kapatıldı. Kantinde satılan tıraş makinasından sipariş etti parası olanlar, parası olmayanlarla paylaştı.
15 Temmuz’un hemen sonrası, sadece nefes almanın serbest olduğu günlerde, kütüphaneden kitap alamadık. Ailelerimizin getirdiği kitaplara da müsaade edilmedi. Yasaktı kitap. Zamanla şartlar değişti. Kütüphaneden kitap almaya başladık. İyi geldi yaralarımıza. Batı klasikleri ve dinî eserler revaçtaydı.
Kapalı görüşlerde sevdiklerimizle puslu bir camın arkasından konuşurduk. Süre tam biterken, eşimle ellerimizi camın üstünde birleştirirdik. Kötü adamlar, birbirimize dokunamadığımızı sanırdı ama sevda engel tanımazdı. Hissederdik birbirimizin sıcaklığını. Açık görüşler farklıydı. Salgından önce sarılırdık sevdiklerimize. Aman Allah’ım ne saadet. Fakat ah o zalim zaman, ah o koğuşta geçmek bilmezken, açık görüşte dört nala koşan zaman… Hemen bitiverirdi. Eşler, çocuklar ağlardı ayrılırken. Biz çok güçlüydük, ağlamazdık. İnandınız mı? İnanmayın. Koğuşa kadar tutardık kendimizi… Sorası ılık, tuzlu, saydam bir ıslaklık…
Biz ülkemizi çok sevdik. Biz memleketimize âşık olduk. Zorla ayırmaya çalıştılar bizi. Nafile… Silivri Zindanları memleketin ta kendisiydi. Evet âşıktık memlekete… Lâkin bir de vatanın mecnunları vardı… Onlar nerede mi? Halâ Silivri’deler.
https://boldmedya.com/2022/01/22/turkey-tribunal-ucmye-basvuru-oncesi-taniklik-yapacak-iskence-magdurlarini-ariyor/